Doğa Kılcıoğlu: Herkesin hikayesi aynı derecede kıymetli
Doğa Kılcıoğlu, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 2004 yılında mezun olduktan sonra Paris Sorbonne III Üniversitesi’nde sinema eğitimi gördü. Üniversite yıllarında çektiği belgesel filmi Üç Kulaklı ile 2003 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Belgesel ödüllerini aldı. 2006 yılında ‘1 2 3 TIP’ adlı belgesel filmi çekti. 2008 senesinde kardeşi Can Kılcıoğlu’yla DeliCe Film’i kurdu. Kamerayla İzdivaç adlı belgeselin yönetmenliğini yapan Kılcıoğlu, Prizren Dokufest Belgesel Film Festivali’nde İzleyici Ödülü aldı. Bu belgeselinde evlilik programının ardında yaşananları, teğet geçtiğimiz insanların hikayeleri üzerinden anlattı. 2013 yılında ise Can Kılcıoğlu’nun yönettiği Karnaval isimli uzun metraj filmin yapımcılığını yaptı. Birçok kurumsal şirkete film atölyeleri yapan Kılcıoğlu, Galatasaray Üniversitesi'nde yarı zamanlı dersler verdi. Renkli Oda'da çocuklara stop-motion ve film okuma atölyeleri düzenlerken bir yandan da belgeseller çekmeye devam ediyor.
Sahip olduğu donanımı eşitlik adına kullanan, söylenmek yerine üreten ve çocuklara dokunan, dünyanın meselelerini dert edinip derman olmaya çalışan bir isim Doğa Kılcıoğlu. Doğa, tüm insanların hayat hikayelerine kıymet veren, eşitliğe inanan; samimiyetsizlikle derdi olan insanlardan. Zarafet timsali yönetmenle çektiği belgeselleri, verdiği eğitimleri, yeni projelerini, çocukları konuştuk.
Kamerayla İzdivaç adlı belgeselde evlilik programının perde arkasını çektin. Nereden geldi aklına? Özellikle Esra Erol’u seçmenin nedenleri nedir?
Bir belgeseli yaparken ana motivasyon benim için merak duygusu oluyor. Hep görmediklerimiz ilgimi çekiyor, o yüzden bu programların arka planını yansıtmak istedim.
Kamerayla İzdivaç ARTE kanalı için yaptığımız bir belgeseldi. Esra Erol da bu tür programların içindeki en popüler olan kişiydi. İnsanların onun programına canlı yayında evlenmeye gitme motivasyonları, izleyicilerin her gün oraya gitme nedenleri çok merak uyandırıcıydı. Programın yapımcısı da fikre çok sıcak yaklaştı. İki aya yakın bir süre çekim yaptık. İnsan bir şeye çok yakın olduğunda dışarıdan bakan eleştirel gözünü kaybediyor, mesafeyi kaybediyor, alışıyor. Bunun üzerine hep bir gün arayla çekim yapmaya karar verdik.
Dışarıdan bakan gözünü kaybettiğini nasıl anladın?
Mesela bir gün, programdaki yaşlı bir çift stüdyonun kafesinde sohbet ederken onlara uzaktan zoom-in yapmaya çalıştığımızı fark ettik. O an kendime çok yabancı bir şey yaptığımı hissettim; televizyon kamerasından bir farkı kalmamıştı kameramızın.
Kamerayla İzdivaç’ın çekimleri sırasında en çok şaşırtan konular nelerdi?
Çekimler sırasında evlilik programına gelen insanların ne kadar yalnız olduğunu fark ettim. Değerli, önemli hissetmeye ne kadar ihtiyaçları olduğunu gördüm. Mesela hayatlarında belki de ilk kez birisi ona hayallerini, sevdiklerini soruyor. Kimi zaman toplum olarak ne kadar yargılayıcı olduğumuzu gördüm. Nefrete hep çok yakınız.
Sanırım benim bu toplumla ana derdim ikiyüzlülük. Kimse düşündüğü, hissettiği gibi davranmıyor. Hep bir –mış gibi davranmak söz konusu. Belgeselde Sakine’nin bir sözü var: “Kimse yalan söylemiyorum demesin, bu kadar yalanı kim söylüyor?” diyor. Aynı şekilde evlilik programlarını da kimsenin izlemediğini söylüyor, o zaman kim izliyor? İşin tuhafı biz oraya girdik ve içeriden bir hikaye anlatmaya çalıştık ve bunu samimiyetle yapmaya çalıştık çünkü ancak bu şekilde yeni bir şeyler keşfedilebilir.
Filmde beş karaktere odaklandık, o beş karakterin filmde anlatıldığı süre hemen hemen eşittir. Herkesin hikayesi aynı derecede kıymetli çünkü. Esra Erol da onu izlemeye gelmiş seyirci de aynı önemde benim için.
Filmin gösterimleri beni çok şaşırttı. Benim eşitlikçi yaklaşımım yerine insanlar Esra Erol’u hedef göstermemi ya da oraya gelen insanları küçümsememi istediler. Aslında insanlar bir kurban, linç edecekleri bir hedef istiyorlardı. Ben filmde bir sistemi eleştiriyorum, bireylerden çok sistem bizi öğüten.
Kamerayla İzdivaç belgeselinden sonra toplumla ilgili yeni şeyler öğrendi mi? Sosyolojik açıdan çok önemli bir yerde duruyor bu belgesel. Neler öğrendiğini, izleyenlere etkilerini anlatır mısın?
Çok olumlu şeyler de yaşandı. Değişime açık insanlar her yerden yakalanabiliyorlar. Anlamaya yatkın olan ama bu kişilerle teması olmayan insanlar açısından farklı bir deneyim oldu sanırım bu film. Bir arkadaşım mesela bu filmi izledikten sonra bakkalını anlamaya başladığını söylemişti. Bu yüzden filmlerimde normalde hayatlarına teğet geçtiğimiz kişilerin hikayelerini anlatmayı seviyorum.
Belgeseldeki Ahmet evlendirileceği umuduyla haftalarca stüdyoya gitti geldi ve belgesel bittikten sonra da beni aramaya devam etti. Kanaldakilerin telefonlarını açmamasıyla ilgili sorular soruyordu. “Neden telefonlarımı açmıyorlar, biz arkadaş değil miydik?” diyordu. Nasıl açıklayacağını bilemiyor insan, televizyon öyle bir yanılsama işte. O ekranlara çıktı, evlenemeyeceğini bile bile onu canlı yayına çıkarmaya devam ettiler. Bazen insanlar sırf değerli hissetmek için ekrana çıkıyorlar. Var olduğunu ekran vasıtasıyla hissedebiliyor birçok insan. İnsanlar bunu, bir yanılsama olduğunu fark etmeden yaşıyorlar. O yüzden televizyonun çok yıkıcı sonuçları olabiliyor.
Bu belgeseli Floor Kooij anısına atfetmenin nedeni nedir?
Floor’un benim belgeselciliğime çok büyük katkısı var. “Bir şeyi kameraya çekerken iki gözümü de kapatmam çünkü bir anda kamerayı çevirmem gereken farklı bir şey olabilir başka bir yerde” diyordu. Belgeselimizdeki kişilerin kameraya alışık olmayabileceğini, bizim bir şekilde onları rahat hissettirmemiz gerektiğini söylüyordu. Üç Kulaklı belgeselimde tüm ham görüntülerimi eşi Sibel’le izlemişti ve aradığımı bulmamda çok yardımı olmuştu. Ayrıca Johan van der Keuken filmleriyle de tanışmamı sağlamıştı.
Üç Kulaklı adlı belgeselin konusu da çok enteresan. Görme engelli ebeveynlerin, gören çocuklarıyla yaşamından bir kesit sunuyor. Bu belgesel çekimlerinde seni en etkileyen nokta neydi? Bu kişilerden nasıl haberdar oldun?
Bir okul dergisi için Altı Nokta Körler Derneği’ne röportaj yapmaya gitmiştim. Bir şekilde oraya bağlandım ve orada da ön yargılarımı keşfettim. Mesela görme engelli birine “Görüşürüz” dediğimde mahvoluyordum ama oradaki insanlarla hayatla barışık olmaya dair çok şey öğrendim ve aslında acıma duygusunun ne kadar hiyerarşik olduğunu anladım.
Dayanışmaya çok inanıyorum ve birlikte var olmanın yollarını arıyorum. Belgeselde görme engelli anne baba çocuklarına bakıyor, çocuklar da kimi zaman ebeveynlerine yol gösteriyor. Altı Nokta Körler Derneği’nde üç-dört yaşlarında bir çocuğun “Kalkıyoruz” dediklerinde annesinin elinden tutup kalktığını ve annesini yürüttüğünü gördüm. Kafamızda hep tam tersi vardır, anne çocuğunun elinden tutup yürütür. Anne babanın görme engelli olduğu, çocukların gördüğü bir aileyi çekmek istedim. Sevgi Hanım ve ailesi kendini anlatmak isteyen çok yakınlık hissettiğim bir aileydi.
Yoldaki Kedi’nin çekimlerinden, kardeşinle bu filmi yapma sürecinden bahsedebilir misin? Aynı hikayeyi aynı oyuncularla farklı kültürlerde izliyoruz. Filmin yapımcılığını da üstlendin.
Kardeşim Can’ın (Kılcıoğlu) yönettiği benim yapımcılığını yaptığım bir filmdi bu. İkimiz de Galatasaray Üniversitesi’nde sinema okuduk. Okurken bu filmin öncesinde birçok kısa film yapmıştık. Yoldaki Kedi’de Can’ın istediği bir mekanda bir hikayenin farklı kültürlerde, farklı dillerde, farklı dekorlarla anlatılması ve hepsinin sonunda birleşmesiydi. Filmi iç içe iki odanın olduğu genişçe bir odada iki günde çektik. Bir odada çekim yapılırken diğerinde hazırlık yapıyorduk. Yaklaşık 30 kişilik bir ekiptik ve herkes de gönüllü geldi; bir sürü dost edindik. Muhteşem bir deneyimdi. Yapımcı olmak hiç aklımda yoktu. Bir filmi gerçekleştirmek için farklı rollere girebiliyor insan.
Yeni bir belgesel üzerinde çalışmaya başladın. Ne bekliyor bizi?
Kucakla ile ilgili bir belgesel. Çocukluğa, insan olmaya, toplum olmaya dair bir belgesel… Kucakla ilgili derdi olan insanların hikayelerini topladığım bir begelsel olacak. Fiziksel bir kucaktan yola çıkan, daha soyut bir yere; kucak açmaya, kucaklaşmaya doğru yol alacak bir çalışma olacak. Kişilerden ses kaydı alıyorum ve bu ses kaydını animasyona dönüştüreceğiz. Kısa metraj bir iş olacak. Röportajlarıma başladım. İzmir kucaklayan bir şehir olduğu için asıl kucak ihtiyacını hissettiğim İstanbul’da yapıyorum röportajları. Şahane insanlarla yollarım kesişiyor. Çok heyecanlıyım.
İzmir’de Renkli Oda’da çocuklar için atölyeler düzenliyorsun. İçeriğinden, nasıl başladığından bahsedebilir misin?
Çocuklarla çalışmak çok keyifli. Çocukluğumda da annemin açtığı etüd merkezine gidip çocuklara ders çalıştırırdım. Sobonne’da tezimin konusu çocukları filme almaktı. Nadasa yatırdığım belgeselim 1 2 3 Tıp’ta çocuklar var. Üç Kulaklı’da yine çocuklar vardı. Öte yandan eğitim hep hayatımın içindeydi. Okul bittikten sonra Galatasaray Üniversitesi’nde, Plato’da dersler verdim. İzmir’e dönüşümle ise çocuklarla buluştum.
Gezi direnişinden sonra hepimizin üzerine ağırlık çöktü ve ne yapabileceğimize dair soru işaretleri oluştu. Ben bu durumda umudu çocuklarda buldum. Çözümü tohum atmakta ve kelebek etkisini ummakta buldum. Hiçbir şey yapmayıp söylenmektense bu yolu tercih ettim. Bu ülkede çocuklara çok şey borçluyuz, onların hayatlarına dokunmak zorundayız. Bir yandan dört senedir UKEB Okullarında çalışıyorum ve 6-12 yaş arasındaki çocuklara film okuma dersleri veriyorum. Doğru şekilde anlatılırsa bir yetişkinin anlayabileceği her şeyi bir çocuğun anlayabileceğini düşünüyorum. Çocuklarla bunu çizgi filmler üzerinden yapıyorum. Aslında buluşup çocuklarla hayatı, ayrımcılığı, mülteciliği, iklim krizini konuşuyoruz. Biz her zaman çocuğa bir şeyler yüklüyoruz ama çocuğa ne düşündüğünü sormayı ihmal ediyoruz. Eğitim sistemimiz böyle. Çocuklara sürekli bilgi yükleniyor. Oysa çocuklar güldükçe daha çok eğleniyorlar, konuştukça daha iyi hissediyorlar ve aslında daha iyi öğreniyorlar. Bazı çocuklar kendilerini sözel olarak anlatırken bazıları sanatla anlatıyor. Başka derslerde başarısız olan çocukların derslerimde ne kadar başarılı olduğunu görüyorum. Hatta bazen diyorum ki, bu çocuk o kadar yetenekli, öyle ışıldıyor ki, sanki kafasının üstünden havai fişekler fışkırıyor. İnsanlar bunu nasıl fark edemiyor diye şaşırıyorum sonra.
Bir çocuğa verilebilecek en büyük ceza sınırsız bırakmak. Yetişkin olarak hem onların yanında durmalı hem de onların özgürce koşmalarını sağlamalıyız.
Çocuklara dair bu güzel yolları, yöntemleri nasıl buldun? Gözlemlerle mi yola çıktın kendi çocukluğundan mı?
Biz nesil olarak çok kendini ifade edememiş, arada kalmış bir nesiliz. Kendi çocukluğum üzerine de çok çalışmış, mesai harcamış bir insanım. Çocukluğun kıymetini çok iyi biliyorum. İnsan çocuklarla çalışırken kendi çocukluğunu da tamir ediyor, onarıyor bir yandan. Şu anda çocukların kendilerini bir yetişkine ifade edebilmelerini kıymetli buluyorum. Kendi çocuğumun olması da bu durumu etkiliyor sanırım. Çocuğuyla birlikte insan bir regresyon yaşıyor.
Öte yandan yaşadığımız toplumda çocuklarla, gelecekle, eğitimle ilgili öyle çok soru işareti var ki… Başka bir ülke istiyorsak çocuklarla yakınlaşmalıyız.
Çocuklara neler borçluyuz?
Onları daha çok dinlemek, onlara daha çok alan açmak, saygı duymak zorundayız. Bedenlerine, düşüncelerine yer açmak zorundayız. Ne kadar çok taciz olayı duyuyoruz. Eğitim sisteminde kafalarını ne kadar anlamsız şeylerle dolduruyoruz. Onları doğadan kopardık, binalara kapadık. Çok çalışıp onlara vakit ayıramıyoruz. Eğitim sistemi içinde onları sıkıştırıyoruz, sınavlar için kırbaçlıyoruz, hayallerini sormuyoruz, sanatla ilgilendiklerinde endişeleniyoruz.
Üniversitede karşımda yılgın, bezgin bir gençlik vardı. Orada sanki pasta bitmiş üzerine çilek koyuyorsunuz. Ama daha küçük yaşlarda daha kekin hamurunu çırpıyorsunuz. O yüzden bence küçük yaştaki eğitim insanın hayatına daha çok etki ediyor.
Renkli Oda’ya kimler gelsin?
Çocuklarını buraya getiren insanlar, çocuğuna alan sunmaya çalışan, onları keşfetmek isteyen, kimi zaman alternatif eğitim sistemleri üzerine kafa yormuş insanlar. Stop-motion atölyem haftada iki saat olmak üzere, 8 hafta sürüyor. Çocuklar burada oyun hamurları ve Legolarla kendi filmlerini yapıyorlar. Film okuma atölyelerinde ise yaşlarına uygun filmler izliyoruz ve üzerine konuşuyoruz. Konularımız kimi zaman engellilik, ekoloji, akran zorbalığı, kimi zaman da dostluk, bir arada var olmak oluyor.
İzmir’de yaşayan bir sinemacısın. İzmir’de yaşamanın avantajları ve dezavantajları neler?
İzmir’e gelmek bir göçtü aslında. Ailem, çocukluk arkadaşlarım burada. Gerçi kardeşim ve dostlarım İstanbul’da kaldı, orada 17 senelik bir hayatım vardı ve gelince her şey sıfırlandı. Burada sinema sektörüne dair birçok şeyin yeni yeni gelişiyor olması burada beni zorluyor. Bazen aynı dili konuşmak, aynı şeyleri yan yana yaşamış olduğun insanlarla bir arada olmak çok önemli oluyor.
Ama İzmir’de çok daha iyi üretmeye başladım. Sırtımı döndüğüm, fark etmediğim şeylerle barışmaya başladım. Yeniden resim yapmaya başladım mesela. Yeni dostlar edindim ve bu bana güç veriyor.
Kimisi kaostan beslenir, ben dinginlikten ve yarışsız bir platformda üretmekten mutlu oluyorum.
Sinemacı olup burada sektörün durumu yüzünden çok mutsuz olan arkadaşlarım da var. Bense eğitim ve belgesel alanında üretebildiğim için bu kentte mutluyum.
Doğa Kılcıoğlu'nun web sitesini ziyaret edebilir, Instagram'dan takip edebilirsiniz. Ayrıca Renkli Oda'nın Instagram hesabını takip ederek güncel atölyelerden haberdar olabilirsiniz.
Not: Fotoğraflar görme engelli okuyucularımız için betimlenmiştir. Görsellerin altında bulunan yazılar bu amaca hizmet etmektedir.