Gökalp Gönen: Sinemacının başka disiplinlerde de söyleyecek bir şeyleri olmalı
Gökalp Gönen, Yıldız Teknik Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü mezunu, yaşadığımız dünyanın hassasiyetlerine duyarlı, büyülü sonların mimarı bir yönetmen. Avarya, Altın Vuruş gibi başarılı animasyonlara imza atan yönetmenin kısa filmleri hem pek çok ödül aldı hem de yurt içi ve yurt dışında pek çok festivalde gösterildi. Onun yaptığı filmlere güçlü bir senaryonun yanı sıra muhteşem bir teknik eşlik ediyor. Yaratıcı ütopik dünyalar yaratan Gönen aynı zamanda oldukça çarpıcı fotoğraflar da çekiyor. Şimdiden adından sıkça söz ettiren yönetmeni ileride de sık sık duyacağız gibi görünüyor.
Kendisiyle film çekmekle büyücülük arasındaki ortak noktaları, filmlerinde robot karakterler kullanmayı tercih etmesinin nedenlerini, ülkemizde yapılan film festivallerinin eksikliklerini, hem hikaye anlatımı hem teknik açıdan güçlü bir eser yaratmanın yolunu konuştuk. Keyifli okumalar.
Büyücü olmak istiyordun ve ona en yakın işi yapıyorsun. Böyle belirtiyorsun bir röportajında. Sana film çekerken büyücü gibi hissettiren noktalar nelerdir?
Bu cevabı bir dönem naif bulsam da şu anda da aynı yerdeyim. Büyü pozitif bir anlam taşısa da aslında tanımlanamayan etkilerin genel adı. Yani bize etkileyen ya da etkisini gözlediğimiz o garip şeyler. Kadrajınızda, ışık, nesneler ve karakterler bir araya gelince onların zamanda yayılış şekillerinin de bir etkisi var. Gerçek hayatta pek de karşımıza çıkmayan olağanüstü düzenlemeler burada pekala mümkün ve o, olağanüstü düzenlemelerin insanlarda oluşturduğu etkinin adı büyü. İşte ben de kareleri art arda koyarken, ışıklarımı yerleştirirken ya da karakterimin gözlerini çizerken bu etkinin ortaya çıktığına şahit oluyorum. Bunu ben üretmiyorum sanki. Sadece o etkinin ortaya çıkmasına vesile oluyor gibi hissediyorum. Büyü bence böyle bir şey. Büyücüler de o bir yerlere gizlenmiş gizli gücü ortaya çıkarabilme yeteneğine sahip kişiler. Kendilerinin bizzat ruhani bir tarafı yok, onlar aracıdırlar. O bilinmez güçler alemi ile dünyamız arasında bir kapı açar ve büyüye sebep olurlar. Sinema işte o kapı, olağanüstü bir planla yerleştirilmiş nesneler ve düşünceler büyü ve bizler de bunlara sebep olan büyücüler gibi bir şeyiz. Güçler alemi dediğim yer de izleyicinin içindeki dünya. Onlardan gelip, yine onlara çarpıyor.
Hikayelerle büyüdün ve sen de hikayeler anlatıyorsun. Seni bu hikaye anlatıcılığına sürükleyen hikayelerin konularını, hislerini hatırlıyor musun?
O çok akıcı kitaptan kafamızı indirdiğimizde, tıpkı rüyadan uyanmış gibi gerçek dünyaya döneriz hani. Yatağa uzattığımız parmak uçlarımız, üzerine giysiler yığılmış dağınık sandalye ve artık kalkıp yemek pişirmemiz gerektiğini hatırlatan aç bir karın. Daha iki dakika önce, bütün galaksiye yayılmış insan ırkının, ilk geldikleri ve unuttukları yer olan dünyayı arayan bir uzay gemisindeki araştırmacı profesördüm! Bir hikayeyi okumaya başladığımda, beni etkisi altına alma biçimi, gerçek hayatla oluşturduğu bu kontrast, beni o dünyayı yaratanlara hayran bıraktı ve yapabileceğim daha iyi birşey olmadığına karar verdim. Elbette sadece tüketici olarak kalabilir ve bu keyfi sürmeye devam edebilirdim. Ancak boş bir kağıda küçücük ‘’yeni’’ bir şey karaladığımda zihnime akan o garip hissi çok sevdim ve gücüm yettiği sürece onu tatmaya devam etmek istiyorum.
Avarya ve Altın Vuruş’ta robotlar üzerinden bir anlatım biçimine şahit oluyoruz. Robotları seçmenin nedenleri neler?
Altın Vuruş için konuşacak olursam bu büyük oranda teknik bir sebep. Robotlar sert eklemli karakterler olduğu için ve çalışma biçimlerine çok fazla aşina olmadığımız için gerçekçi dokulara sahip organik bir karaktere göre daha doğal duruyorlar. Bu üç boyutlu animasyonun doğası ile de alakalı. İyi çalışan bir konsept tutturmak oldukça zor ve başarısız olduğunuzda, üç boyutlu animasyon çok kötü duruyor. Benim işlerimde o başarısızlıklardan var. Ama robotlar yerine insanlar olsaydı, bunlar çok daha fazla ortaya çıkacaktı. Fakat tüm bu teknik kaygılar hikayeyi de şekillendirdi. Yani altın vuruşun hikayesini daha yazmadan robot kullanacağımı bildiğim için ışık enerjisi ile çalışan makinalar hikayenin çalıştırıcı unsurlarından biri oldu. Sonunda birbirlerini tamamladılar.
Öte yandan Avarya’da durum böyle değil. Gerçekçi bir karakterimiz de var çünkü. Avarya’da görevi yöneten karakter, kararı değiştirilemeyecek, ikna edilemeyecek bir karakter olmalıydı. Robot bu yüzden uygun. Robot, adamı gemiye hapsederken onu suçlamıyoruz. Robotun tasarlanma biçimini, işleyişini ve sonuçta yine insanı suçluyoruz. Hikayede insanı temsil eden tek kişi için, kendi etti kendi buldu diyoruz.
Genel nedenlere gelecek olursak da robotların evrimin bir sonraki büyük adımı, yeni çağı olabileceğine dair bir inancım var. Bildiğimiz kadarıyla evrimin gittikçe daha iyi hale getirdiği türler tek bir amaca hizmet ediyordu. Genetik bilgiyi bir sonraki nesile aktarmak. O, daha iyi gören gözler, daha hızlı koşan bacaklar ve o büyük problemleri çözen beyin, daha fazla hayatta kalıp daha fazla çoğalabilmek için bu kadar gelişti. Bu öyle planlı bir şey değildi. Bir taşı havaya fırlattığınızda, tekrar yere düşmesi gibi basit, fiziksel bir neticeydi. Fakat bu fiziksel olaylar silsilesi robot üretebilecek bir beynin evrilmesine sebep oldu. İşte o robotlar, evrimin deneye yanıla ürettiği bir sonraki türü, hiç hata yapmadan gerçekleştirebilir ve ‘gen aktarımı’ misyonu sona ererek bu bilinç yeni bir yola girebilir. Şimdilik bilim kurgunun konusu olan bu yolun yolcusu büyük ihtimalle robotlar olacak. Böylece hayatta kalmak ve genlerini bir sonraki nesile aktarmak yerine bir gün tamamen soğuyacak evreni, bu karanlık sondan kurtarabilirler mi, bunun arayışına girecekler.
“Mutlu sonlar, karanlık sonların bir sonraki aşaması” diyorsun. Bu cümlenin dünyayla olan ilişkisini anlatır mısın?
Aslında burada, karanlık, mutsuz, kötü son tanımını açmak gerekiyor biraz. Ben sonlarda mutsuzluğu hedeflemiyorum aslında. Sadece şüpheye yer bırakmayacak bir doğrulukta ve çözülmüşlükle filmi kapatmak istiyorum. Bunlar da genellikle iyi hissettiren sonuçlar olmuyor. Bir şey yok olana dek, yok olmadığı her gün sevinir. Tüm hastalıklara çare bulsak da güneş bir gün şişecek. Güneşi sakinleştirsek ya da başka bir yere kaçsak da evren bir gün soğuyacak. En iyi ihtimalle, her şey baştan başlayacak. Asimov’un The Last Question’ı bu konuda güzel bir örnek. Mutlu sonlarda varılan yer hep aynıdır. Kahramanımız dertlerini çözdü, huzura erdi, istediğini aldı ve mutlu oldu. Ne zamana kadar? Başka bir sorun ortaya çıkana kadar. Mutlu hikayeler elbette vardır ama en büyük hikayenin, bizim istediğimiz gibi bitmeyeceğene eminim.
Bir filmi yalnız yaptın, bazılarında insanlarla çalıştın. Tekrardan yalnız çalışmaya dönmek istemenin nedeni ne? Yalnız çalışmanın avantajları neler? Yalnız çalışmak için nasıl bir senaryoya ihtiyaç duyuyorsun? Hangi durumlarda başkalarına ihtiyaç hissediyorsun?
Buna bir metaforla yanıt vermeli. Animasyon film yapmayı ağaç yontarak heykel yapma işine benzetelim. Ben, sahip olduğum beceriler ve donanımla bir İsveç çakısıyım. Hemen hemen her şeyi yapabilirim ama bir isveç çakısı kadar. Benimle kocaman bir çam ağacını yontmaya kalkarsanız hem çok yorulur hem de bir noktada motivasyonunuzu kaybeder pes edersiniz. Öte yandan bu işi daha rahat yapabileceğiniz baltalar, elektrikli bıçkılar, keserler bulabilirsiniz. Onlar belli işleri yapmak için uzmanlaşmışlardır.
Ekiple çalışmak, yontmak istediğiniz ağacı, bir takımhanede, birçok alet edevata erişerek rahatça yapmak demek. Ama işte sıkıntı burada. O takımhanede kalmak zorundasınız. O aletleri satın almak zorundasınız ve bu bir hayli pahalıya patlayabilir.
Oysa kendinize kütük yerine küçük bir ağaç parçası seçseydiniz, İsveç çakısı ile bir sürü aleti yönetmeye gerek kalmadan, ormanda bir akarsuyun kenarında ağacınızı yontabilirdiniz. Yani ihtiyacınız illaki büyük bir yontma ise ekip şart evet ama bence küçük ağaç parçaları da çok güzel, bakmaya değer şeylere dönüşebilir. Biri diğerinden daha iyi değil diye düşünüyorum. Ben şimdi havalı havalı bunu dedim, kesin bir sonraki projemde 50 kişi olacağız. Neyse,öylesi daha havalı...
Hem hikaye anlatımı hem teknik açıdan güçlü bir eser yaratmanın yolu nereden geçiyor?
Bu konuda kesin bir formül vermek en büyük yönetmenler için bile mümkün olmasa gerek. Doğru kimyanın bir araya gelmesi biraz da şansla alakalı sanıyorum. Güçlü eserin sırları, insanlarla kurduğu iletişimle başlıyor. Bu da ne kadar sağduyu sahibi olduğunuzla doğrudan alakalı galiba. Teknik açıdan güçlenmek için kendi disiplininde boğulmadan, başka disiplinlerde de söyleyecek bir-iki şeyi olmalı sinemacının. İyi kompozisyonlar için fotoğrafla dost, iyi diyalog yazmak için edebiyatla eş olmak lazım mesela. Bir şehri nasıl gezmeyi tercih ettiğinizle ya da pilavı nasıl pişirdiğinizle bile alakası var iyi filmin. İş o kadar gizemli ki herkes ölesiye eşelemeye devam edecek bu sorunun cevabını.
Bir yandan çok güzel makro fotoğraflar çekiyorsun. Detayı görmenin sırrı nedir?
Makro, sokak, manzara, abstract, kısacası fotoğrafın her türü ilgimi çekiyor. Sokağa elin ceplerinde çıkmak ile bir fotoğraf makinesi ile çıkmak çok farklı şeyler. Fotoğrafın, ışık, renk kompozisyon konularında bana güzel dersler verdiğine inanıyorum. Makro fotoğraf ise en eğlencelilerden çünkü küçücük bir bahçe detaylardan bir şey çıkar mı acaba diye baktığınızda, kocaman bir evrene dönüşüyor ve birkaç metrekare alanda çok keyifli vakit geçirmek mümkün oluyor. Ben limon bahçesinin içinde büyüdüm. Ama limon yapraklarını güneşe doğru tutunca içinde yıldızlar olduğunu geçtiğimiz aylarda farkettim. 30 yıl sonra gelen bu küçük keşif limon ile olan samimiyetimi artırdı. Fotoğraf makinesi ile dışarı çıkmak biraz böyle birşey işte. Etrafa bakıp, hikaye aramak.
Ülkemizdeki film festivallerinde filmden çok başka konulara dikkat çekiliyor. Yurt dışında festivallere katılmış biri olarak ülkemizdeki organizatörlere tavsiye verebilir misin?
Festivallerimiz, film festivali olduğu için mecburen film seçmek zorunda kalmış etkinlikler gibi davranıyorlar. Zira seçtikleri filmlerle çoğu zaman ilgilenmiyorlar bile. Onun yerine festivali ziyaret eden şarkıcılar, seçkideki filmlerde bile rol olmamış oyuncular vb. kişiler onları daha çok cezbediyor. Bu çabayı anlıyorum. Basında orada burada daha çok ses getirmek ve böylece bir sonraki sene de bütçe bulabilmek için bu stratejilere başvuruyorlar sanırım. Ama bu anlamsız strateji, festivallerin bir karakter kazanmasının önündeki en büyük engel. Önemli festivallerin en önemli özelliği budur. Bir duruşları ve ağırlıkları vardır. Bunu kazanabilirlerse markalar sponsor olmak için sıraya girecektir eminim. Festivallerin halk nezdinde bir karşılığı pek yok. Festival olduğu zaman konuklar kendi arasında al gülüm ver gülüm durumundalar. Halbuki herkesin katılabileceği atölyeler, söyleşiler olsa. Festivale filmi seçilen yönetmen, seyirci ile daha çok buluşturulsa bu festivalde dahil olmak üzere herkesin yararına olur. Bizim festivallerimizin çoğu AVM açılışı gibi geçiyor. İyi olanlar da var elbette. Mesela İstanbul’da Documentarist, yine aynı ekibin düzenlediği Hangi İnsan Hakları Film Festivali, Türkiyenin en gerçek, en verimli film festivalleri. Bizzat katılmamış olsam da, Uşak Film Festivali de enerjisini boş şeylere harcamadan film üzerine mesai harcıyor gibi. Başka örnekleri de vardır elbette ama genel tablo üzücü.
Gelecekteki projelerinden bahsetmek ister misin?
Ancak çok yakın geleceği planlayabiliyorum bu ara. Bir süre dinlenmek, teknik anlamda kendimi güncellemek ve araştırmak niyetindeyim. Şu ana kadar yaptığım filmler benim için bir dönemdi, hepsi hemen hemen aynı kafa setinden çıktı. Yeni başlayacağım işlerin ise daha farklı bir setten olacağını düşünüyorum. Onu bir oturup yerine yerleştirmem gerekli. Belki bu sürede başka medyalara bulaşırım. Hikayeleri farklı şekillerde işlemeyi denerim. Film festivalleri bir yere kadar beni motive etse de bir oranda da zehirledi. Başarılı olmayı, belli başlı festivallere kabul almaya bağlayıp, beni heyecanlandıran hikayelerden vazgeçip festivallerin beğeneceği hikayeleri düşünmeye başladım ve hevesimi yitirmeye başladım. Bu çok saçma bir düşünce elbette. O iyi festivallerde gördüğünüz filmleri izleyip izleyip, hepsinden bir şey taşıyan ortak bir filmin hayali ile üretime odaklanmaya çalışıyorsunuz ve güzel bir hikaye çıkmasını umuyorsunuz. Böyle birşey yok, eminim. Zaten bu yüzden mutsuz hissetmeye başladım bir noktada. İşte ilk iş bundan kurtulmak ve kimseyi umursamadan yazmaktan keyif alacağım hikayeleri tekrar keşfetmek, en öncelikli hedefim.
Eklemek istediğin bir şey var mı?
Hem otuzbeşlik.com’a hem de Birikim Atölyesi’ne, kısa filme sundukları destek için çok teşekkür ederim. Şahane bir iş yapıyorsunuz. Devam etmesi dileğiyle.