Mario Çıkman: Doğa bana sabrı öğretti
Mario Çıkman, bir sanatçı. Çok güzel şarkılar söylüyor, etkileyici tasarımlara sahip ve güçlü videolar yapıyor. Gizlenip saklanmayanlardan, maskesiz insanlardan Mario. Zihni özgür, kalbi özgür. İçinden gelirse bir çiçeğe gitar çalıyor. Doğayı yuvası bellemiş bu güzel insanla yastan müziğe kadar pek çok konuyu konuştuk. Kendisini Soundcloud'dan, Facebook'tan, Instagram'dan, YouTube'den takip edebilirsiniz.
Artık hiç yas tutamadığımızı yazmışsın blog'unda. Sence neden yas tutamıyoruz artık? Sen nasıl yas tutuyorsun?
İnsanlar artık çok değişti, televizyon kültürü insanları çok değiştirdi. Her gün korkunç haberlerle karşılaşıyoruz; ölüm haberleri, yasa değişiklikleri, tecavüz haberleri… Bundan on beş yıl önce birisi şehit olduğunda insanlar oturup ağlardı, bu konuşulurdu, bir hafta-iki hafta boyunca bu duruma mahalle aralarında bile çözüm üretmeye çalışılırdı. Şimdi her şey o kadar hızlı değişiyor ki yas tutacak zamanımız bile yok. Bir gün bir kediye vuran adamı tartışırken, akşam olmadan bir tecavüz haberini konuşmaya başlıyoruz. Artık umursamamaya başladı insanlar, kimse yas tutmuyor.
Yas tutamayacağımız kadar çok acı var aslında.
Bu zaten bir teknik, bunun adı toplum mühendisliği. Seni iyice duyarsızlaştırıp, nasırlaştırıp, korkaklaştırıp, paranoyak hale getirip artık sesini çıkaramayacak kadar etkisiz hale getiriyor bu sistem.
Sen nasıl tutuyorsun yasını? Kimler, neler için tutuyorsun?
Ben yasımı önce tüm dünya için tutuyorum, doğa için tutuyorum. Tek bir insan için, tek bir hayvan için değil. Geçen gün yazdığım yazıda da söylediğim gibi biz aslında doğayla evli olan canlılarız. Tüm canlılar doğayla, bu dünyayla evli aslında ilk başta.
Yas tutma yöntemim ise faydalı olmak. Sadece oturup ağlayarak da bir şey yapamayız. Önemli olan biraz da faydalı olabilmek. Biz o kadar küçük canlılarız ki soğuk bir çağ gelmiş olsa şu an, bütün insanlık paramparça olur. Dünyada şu anda elektrikler kesilse, herhangi bir manyetik dalganın içine girsek üretilmiş yemeklerin çoğu çöp olur. İnsanlık kendini yok edebilecek güçte.
Duygusal olmanın güçsüzlük ve zayıfsızlık olarak nitelendiği bu çağda sen açık açık duygusal olduğunu haykırabiliyorsun. Bunu nasıl yapıyorsun?
Birbirini çok seven çiftlerin, ailelerin, çocukların içinde dahi bir sürü sır var. Ben bunları saklamayı bırakıp tek suratlı olmayı tercih ettim. Benim karakterim duygusal bir karakter, aslında her insan kendi içinde duygusal. Ancak dış etkenler, ‘cool’ görünme isteği gibi nedenler insanları biraz yozlaştırdı sanırım. Ben de olduğum gibi kaldım. Duygusallık benim en büyük parçalarımdan biri.
Bu çıplaklık hali, duygusallık sana nasıl hissettiriyor?
Çok özgür hissediyorum. Bir şarkı yaparken bunu birileri dinlesin diye yapmıyorum, hiçbir alanda bunların reklamını yapmıyorum. Sadece kendi Facebook sayfamda paylaşıyorum, dinlemek isteyen varsa dinliyor. Özgür sanat yapmak da yaratıcılığını çok artırıyor çünkü zaten kendin için yapıyorsun. Bir şarkı yapıyorsam bunu en çok ben dinlemeliyim.
Blog'unda dibe vurduğundan ve ardından emeklemeyi öğrendiğinden bahsediyorsun. Bu dönemde doğayla da iç içe olmuşsun. Emeklemeye nasıl başladın? Doğa sana neler öğretti?
Dibe vurduğumda kendimi tamamen değersiz hissettim. Kendimi hiçbir şeymiş gibi hissettim; bir toz tanesi gibi. Sonra da bir toz tanesi olmanın güzelliklerini görmeye başladım. Bir yanılgı var; insanlar hayatlarını kurtarmak için hep en üste çıkmaya çalışıyorlar. Maddi başarı, insanlar tarafından daha çok tanınmak, insanların hakkında daha çok konuştuğu biri olmak gibi hedefler var ama aslında en değersiz noktaya geldiğimde fark ettim ki çıkış en alttaymış. Kurtuluş en üstte değilmiş. Ne zaman ki kendimi toz tanesi gibi hissettim o zaman her şeyi yapabilecek güçte olduğumu da anladım. O özgürlük bende her şeyi deneyebilecek cesareti, özgüveni oluşturdu. İnsanların gözünde bir özgüven kazanılabileceğini düşünüyordum oysa tamamen kendi içinde kazanılabilecek bir şeymiş.
Doğa bana sabrı öğretti. Çok güzel bir çiçek gördüm. Henüz açılmamıştı, her yeri dikenli yapraklarla doluydu. Oturdum ona ukulele çaldım saatlerce. Bu bana o kadar büyük zevk verdi ki… O dönemler sabretmeyi, şükretmeyi öğrendiğim dönemlerdi.
Oralarda gezerken patates, yumurta haşlayıp çantama koydum. Gittiğim yerlerde insanlarla tanışıp onlara müzik yaptım, otostop çekerken tanıştığım insanlar oldu. Hayatı ne kadar ucuza yaşayabildiğimi gördüm. O dönemde yüz lirayla bir ayı geçirebiliyordum. O yüz lirayı da yolda bir şekilde kazanıyordum. Ne zaman ki o sabrı gördüm, çiçeğin beni dinlediğini hissettim o zaman hayat farklı bir yere geçti.
Paylaştığın bir yazıda yaratıcı insanların beyinlerindeki dopaminin para ile harekete geçmediği yazıyor. Senin beynin için ödül nedir?
Yeni yaptığım bir şarkı, çektiğim bir fotoğrafa bakmak, o fotoğrafı bastırıp duvarıma asmak, resim çizmek benim için bir ödül. Dışarıdan gelen beğeniler veya olumsuz eleştiriler bana çok etki etmiyor.
Kendini bu dış etmenlerden etkilenmekten nasıl kurtardın?
Benim yarışım dünümle.
Bandırma'da müziğe başlamışsın. Biraz başlangıcını ve şimdiki durumu anlatır mısın?
O dönemlerde oyunculuk yapıyordum. Ankara Birlik Tiyatrosu’yla, Zeki Göker Hocam ile çalışıyordum ve bir çocuk oyunu oynuyorduk Erdek’te. Bandırma’da da tesadüfen bir müzik stüdyosunun açılışına yardım ettim. Orada birileri neden şarkı söylemediğimi sordu, öyle başladı. Ama müziğe başlama amacım tamamen popüler olma amacı taşıyordu. Rock star olma, cinselliği daha çabuk elde etme gibi hayaller vardı ama hayalim yine para değildi.
Şu anda müzik alanında birkaç projem var. Akustik projem beni dinlendiren, huzurlu mutlu hissetmemi sağlayan bir proje. Akustik - saykodelik müzikler yapıyorum. Bunlara küçük elektronik dokunuşlarda bulunuyorum. Bunları tek kişi veya iki kişiyle yapabileceğim bir canlı performans sistemi kurmaya çalışıyorum. Mesela gitarın bölümlerinden bazı kısımları loop'layarak veya onlara efektler vererek… Bir yandan DJ’lik gibi diğer yandan canlı performans gibi.
Bir de hala içimde rock müzik var. Müzikteki yüksek enerjiyi çok seviyorum. Müzikteki tansiyonu oluşturmayı yani akustikte, belki sadece küçük bir arpejin üzerine yaptığım vokal melodisinin dışında arada müziğin bangır bangır vurmasını da çok seviyorum veya arada bir Türk ezgisinin girmesini… Prodüksiyon ve canlı prodüksiyon üzerine çalıştığım iki farklı projem var ve burada tüm tarzlar iç içe.
Yazdığın otobiyografide, her yerin simülasyonlarla dolu olduğunu ama kendinin gerçeği görmeyi istediğini yazmışsın. Gerçeği gördüğün yerler, insanlar var mı? Gerçeği görme yolun nedir?
Gerçek doğadır, gerçek bilimdir, gerçek tekniktir. Dünyaya baktığında şu an kullandığın çakmak, apartmanlar, anahtarlar, arabalar, motorlar bunların hepsi bilimin ve tekniğin bize getirdiği olanaklarla yapılmış işler. Bunları da çoğu zaman doğayı taklit ederek yapıyoruz. Gerçeklik benim için bunun üzerinde. Doğa da bize bu kanıtlarla neler olduğunu veya olabileceğini anlatan en önemli, en büyük dal. Bu yüzden spiritüel hiçbir şeye inanmıyorum.
Simülasyonlar da insanların inancıyla oluşuyor. Simülasyon taktığın sanal gerçeklik gözlüğü değil. Bana kalırsa simülasyon demek televizyonların şekillendirdiği inançtır. Örneğin televizyonda biri Kamboçya’daki insanların çok pis yaşadığını söylerse Türkiye’deki insanlar bunun inancıyla yaşarlar. Etrafımızda bu tip durumları yaratabilecek milyonlarca etmen, bunlara inanmış milyarlarca insan var. Bunu anlatan Mr. Robot, Matrix gibi filmler, Black Mirror gibi diziler var. Aslında bunları gözümüze sokarak anlatan pek çok yapım mevcut.
Kamboçya'da ve Türkiye'nin başka şehirlerinde sahneye çıktın. İzleyici kültürü hakkında bir şeyler söylemek ister misin? İzleyici sanatçıyı nasıl etkiliyor?
Sahne bazında değerlendirirsem; orada Otres Market diye bir yerde sahneye çıkıyordum. Prodigy’nin de sahneye çıktığı bir yerdir. 600-700 kişi kapasiteli, sahnesi nehrin üzerinde yer alan çok otantik bir yer. Aynı zamanda gezginlerin de çok özel bir durağıdır. Orada grubumla ya da tekil olarak program yapmak çok güzel bir deneyimdi.
İzmir’de, İstanbul’da sahneye çıktığımda bazen 7-8 kişiye müzik yaptım ama bu kadar az insan bile kimi zaman benim sahnede çıkardığımdan çok daha fazla ses çıkarıyordu. Kamboçya’da ise 500-600 kişiye şarkı söylerken sadece insanların transa geçtiklerini, semazen gibi kollarını açıp hiç çıt çıkarmadan dans ettiklerini, şarkı bittikten sonra en az 3-4 saniye o gitarın son sesini de bekleyip ondan sonra alkışlamaya başladıklarını gördüm. Aradaki fark çok büyük. Türkiye’de bir müzik dinleme kültürü olduğunu düşünmüyorum. İnsanların sunulanın haricinde bir araştırma yapıp müzik dinlediklerini de pek zannetmiyorum.
Ghetto International Production tam olarak nedir?
Hastalık döneminin ardından gelen emekleme döneminde oturup bir proje yazmaya başladım. Ziraat mühendisliği gibi bir okul okurken sulama tekniklerini aynı zamanda tarlada öğrenmen gerekir. Projeyi yazarken müzik konusunda veya dövmesini taşıdığım Nikola Tesla hakkında pek bir bilgim olmadığını fark ettiğimde bunları daha derinlemesine öğrenmeye başladım. Sonra bunların ne işime yarayacağını düşündüm. Bunları bilip anlatmak bana bir fayda sağlamayacaktı. Müzik ile, video ile projeler geliştirmeye karar verdim. Bu proje kendi kendine üretip, ürettiğiyle kazanıp- maddi anlamda değil- sürekli adım atma üzerine bir fikirdi. Biriktirme ve geliştirme üzerine bir projeydi. Tek bir gitar ve telefonla gittiğim Kamboçya’da bunu ufak ufak geliştirmeye başladım. Müzik yaptığımda insanların hoşuna gitti. Bana bir mikrofon ve ses sistemi verdiler. Sonra bir stüdyo kurduk. Ardından başka insanlar müziğimde dans etmek istediklerini söylediler ve ateş dansçıları geldi. Anna diye bir arkadaşım bu projeye Ghetto adını verdi ve bu bizim komünitemizin adı haline geldi.
Bu komünitede herkesin farklı görevleri var. Kimisi marangoz ama mesela bu marangoz aynı zamanda bilgisayar mühendisi. Kimisi motor tamircisi ama bambaşka bir yeteneği de var. Biz bu insanların hepsini biraraya getirip kendi tesisatımızı, kendi sahnemizi, kendi elektrik tesisatımızı yaptık. Ghetto International’a herkes girebilir. Sanatını görünür kılmak isteyen, yaptığı işi geliştirmek isteyen, hep beraber paylaşıp gelişmeye inanan herkes buraya gelebilir. Kamboçya’daki bu oluşum, Portekiz’e geçtiğimizde biraz daha büyüyecek.
Yaptığın video işlerinden biraz bahsetmek ister misin?
Benim görsel sanatta asıl alanım foto manipülasyon. Fotoğraflar üzerinde oynayarak, onlara fantastik ögeler ekleyerek farklı alanlar yaratmayı seviyorum. Yeni nesil sanatta Parallax Effect, After Effects gibi programlar bana çok çeşitli fikirler verdi. Video yapmayı da öğrenmem gerektiğini hissederek önce küçük video projelerinden başladım. Canlı performans videolarına bir arkadaşımın yaptığı dans projesi gibi işleri çekmekle başladım. Şimdi de yaklaşık 6-7 aydır Parallax Effect ile uğraşıyorum. Geçmişimde yaptığım işleri –hiçbir videosu çekilememiş işleri- canlı hale getirmekle ilgileniyorum. Şu anda kendi kliplerimi çekiyorum. Umarım 3-4 ay sonra enteresan, güzel kliplerle karşılaşırsınız.