İzmir'in Karanlık Rotaları: Karaburun - 1
Şehirlerimizin sadece güzelliklerini, kahramanlıklarını anlatma, onu cicili bicili paketleyip sunma meylindeyiz. Tıpkı kendi hayatlarımızı sunarken yaptığımız gibi. Oysa izin versek şehirlerimiz acı hikayelerini de anlatsa; İzmir anlatsa, anlattıkça affetse, hem kendini hem ona yapılanları…
1923-1924 Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, sadece zorunlu göçe maruz kalan binlerce insan için değil, kalıtsal yolla sonraki nesillere de aktarılan onarılmaz bir travma. Böylesine büyük bir acının birinci dereceden muhattabı olan İzmir’de konunun senede bir kez mübadil derneklerince düzenlenen -değerli bulmakla beraber gerekli derinlikten yoksun olduğunu düşündüğüm- anma törenleri ve terkedilmiş Rum köylerini barındıran şirin Ege kasabalarındaki eğlence mekanlarında uzo içip, sirtaki yaparak dostluk mesajları verildiğinin sanılmasından ibaret olması üzücü geliyor bana. Bu konunun izlerinin çok iyi sürülmesi, o büyük acının anısının kent belleğinde hak ettiği yeri bulması gerekiyor.
Biz de İzmir’in trajedi haritasını oluşturma projemiz kapsamında bana göre mübadele izlerinin en iyi sürülebildiği yer olan Karaburun’da araştırmalar yapıyor, rotalar oluşturuyoruz. Bu yazıda bu rotaların bir bölümünü paylaşmak istedik.
Batı Kıyısının Tuhaf Çekiciliği
Rotamız Balıklıova’dan başlayıp yarımadanın kara burnunun Sakız Adası'na bakan batı kıyısında Karareis, Küçükbahçe, Salman, Badembükü ve Sazak güzergahındaki mübadele köyleri ve biraz da Börklüce Mustafa isyanının izlerini takip ediyor olacak.
Rotaya Balıklıova’da, eski fırınlardan alacağınız un kurabiyeleri (benim favorim kakaolu) eşliğinde deniz kenarındaki eski kahvehanede çay-kahve molası ile başlayabilirsiniz. Buradan, Eski Balıklıova, Karareis yönüne giren yol sizi Karaburun’un İzmir Körfezi tarafından Gerence Körfezi tarafına ulaştıracak. Bu yoldan geçerken efsanevi Rüzgarlı Mimas (Akdağ) Dağı'nın Börklüce Mustafa ve müritlerinin saklandığı ve padişahın askerleriyle çatıştıkları sırtlarını görmeye başlayacaksınız. Bu sırta Cehennem Vadisi, buradan akan dereye de Cehennem Deresi deniyor. Zira rivayete göre o vadide o kadar kanlı bir çatışma olmuş ki dere uzunca bir süre kıpkırmızı akmış. (Börklüce Mustafa isyanından yazının Badembükü bölümünde tekrar bahsedeceğiz.)
Gerence Körfezi tarafına geçtiğinizde birdenbire yerleşimlerin, turistik curcunanın yerini bakir, ürpertici bir ıssızlığın aldığı bambaşka bir dünyaya geçiyorsunuz. Bir zamanlar buralarda bir şeylerin ters gittiğini hissettiren tuhaf ama bir o kadar çekici bir dünyaya...
Yol kenarında durup yüksek uçurumdan denize ve ardınızdaki dağlara baktığınızda ise Heredot’un “İyonyalılar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzünün altında kurmuşlardır” sözünü doğrulayan muhteşem panoramik manzaralar görüyor olacaksınız. Yarımadanın bu batı kıyıları tarih boyu korsan saldırılarına maruz kalmış. Zaten bu taraftaki Rum köylerinin denizden görünmeyecek şekilde, ulaşılması zor konumda kurulmuş olmaları da bu yüzden. Günümüzde ise korsanların yerinde balık çiftlikleri istilası var maalesef.
Gerence Körfezi sınırı içinde kalan Karareis Mevki ismini bu civarda çok zaman geçirdiği anlatılan Börklüce Mustafa’ya esmer olduğu için yakıştırılan Karareis lakabından alıyor.
Karareis’ten bir 10 km kadar ileride, Küçükbahçe’ye gelmeden önce, kuzeye doğru doğal bir dalga kıran gibi uzanan yarımadanın yarattığı liman olan Eğri Liman'ı göreceksiniz. Korsan saldırılarına, sert rüzgarlara sürekli maruz kalan bu coğrafyada böyle doğal korunaklı bir limanı nimet sayan Cenevizliler burayı gemilerini saklamak için kullanmışlar.
Birkaç kilometre ileride ise tepedeki sarp arazide kurulu Salman köyünün kıyıdaki tarım arazileri olan Küçükbahçe’den geçeceksiniz. Kışın giderseniz, bahçelere gidip doğrudan üreticiden mandalina alabilirsiniz.
Salman Köyü'ndeki Esrarengiz Ev
Buradan tepeye doğru devam ettiğinizde Salman köyüne ulaşacaksınız. Yarımadanın batı tarafındaki Rum köyleri, ulaşılması zor, sapa konumları nedeniyle vahşi kitle turizmi ve emlak rantından nasibini almamış, terk edildikleri haliyle kalmış olduklarından, mübadelenin hazin hikayesini çok etkili bir şekilde yansıtıyor. Salman, Mübadele öncesi Türklerin ve Rumların birlikte yaşadığı bir köy imiş. Köyün ortasından Salman Deresi geçiyor. Çok tipik olarak burada da derenin bir tarafı Türk diğer tarafı Rum mahallesi. Şu an Türk mahallesinde halen yaşayan aileler var. Rum mahallesi ise sahiplerinin ardından bakakalan, artık kırık dökük yaşam alanlarıyla ıpıssız. Tüm mübadil köylerinde anlatılan, bir gün evlerine geri döneceklerine inandıklarından yataklarını bile toplamadan, yemeklerini ocakta bırakıp gitmişler, evin anahtarı bile üzerindeymiş gibi hikayeler buralarda da anlatılıyor. İnsan üstünde bıraktığı etkinin gücü işte bu yaşam alanlarına dair izlerin hala izlenebiliyor olmasından.
Evlerin pek çoğu bölgenin doğal malzemesi olan kayrak taşından inşa edilmiş. O zamanlar su şebekesinin olmadığı köyün su ihtiyacı için evlerin her birinin bir duvarına dahil edilmiş yuvarlak kule formlu sarnıçlar inşa edilmiş. Kırık dökük bu evlerin içine girince sarnıcın evin içinden nasıl işlediği daha iyi anlaşılıyor.
Bazı evlerin içinde zemin katta zeytinyağı, şarap küplerini sakladıkları çukurları gördük. Evler genellikle iki katlı ve bazılarında üst kata çıkan merdiven ve üst yapıyı taşıyan kalın ağaç hatıllar hala duruyor.
Biz köydeyken hiç unutamayacağımız bir manzarayla karşılaştık. Hemen önünde çiçek açmış şimşir ağacıyla, tek katlı, küçük, şipşirin sarı bir ev dikkatimizi çekti. Bakımsızlıktan sıvaları dökülmüştü. Camları ve ahşap çerçeveleri kırık dökük penceresinin ardında perdesi görünüyordu. Tamamen terkedilmiş görünen bu mahallede hala yaşayan biri mi vardı? Varsa da bu kadar kötü durumda bir evde nasıl yaşıyordu? Önce kapıyı çaldık. Kimse açmadı. Sonra kırık pencereye gidip içeriye baktık. Gördüğümüz manzara ile kaskatı kesildik. Pencerenin hemen dibinde eskilikten ve pislikten mahvolmuş bir yatak, yatağın üzerinde iki ilaç şişesi, duvara gömülü ocağın üzerinde bir gözlük, karşı duvarda asılı bir havlu, kapakları açılmış içindeki eşyalar devrilmiş küçük gömme dolap, yerde pislik içinde minderler etrafa savrulmuş… Elbette bu bir Rum mübadilin ardında kalan manzara olamazdı. Bu evi son zamanlarda kullanmış ya bir yaşlının ya da bir düşkünün evi olmalıydı. Ama bu evden keder içinde, apar topar gidilmiş olduğu besbelliydi. Tıpkı bir asır önceki Rum sahiplerinin gidişi gibi…Evin, eşyaların kime ait olduğunu öğrenemedik. Çünkü etrafta hiç kimsecikler yoktu. Tek bildiğim, o anı hayatım boyunca hiç unutamayacağım…
Börklüce Anısına Badembükü
Salman’dan Parlak köyüne doğru devam etmeyip, denize doğru inerek bizim Karaburun’da en sevdiğimiz yerlerden biri olan Badembükü’ne ulaşılıyor. Meyve bahçeleri, tarlalar arasında geçerek ulaşılan koy zor ulaşılır olduğundan curcunadan uzak. Koydaki kum taşı oluşumlar kendine özgü bir güzellik katıyor. Koy kamp yapmak için de çok uygun, korunaklı. Koya gelmeden bir kahve var. Burada bir çay kahve molası verebilir, ihtiyaçlarınızı temin edebilir, bilgi alabilirsiniz.
Başta bahsedeceğimi söylediğim Börklüce Mustafa olayının da önemli noktalarından biri burası. Önce kısaca olayı hatırlayalım: Börklüce Mustafa, 14. yüzyılda Osmanlı tarihindeki, özgürlükler için verilmiş ilk örgütlü mücadele diyebileceğimiz isyanın lideri Şeyh Bedrettin’in müritlerinden biridir. Kendisi Aydın vilayetindeki örgütlenmeyi yönetmek üzere Karaburun’a gönderilmiştir. Buranın seçilmesi tesadüf değildir. Karaburun çoğunluğu Rum yani hıristiyan olan nüfusu ile ümmetçilikten uzak, örgütlü mücadele fikrine açık olabilecek bir yerdi. Ayrıca hem Akdağ’ın ulaşılması zor sırtlarında saklanmayı, barınmayı mümkün kılıyor hem de Sakız Adası'na denizden ulaşımın kolay olması nedeniyle gizli lojistik destek ve gerektiğinde kaçmak için olanak tanıyordu. Rivayete göre Sakız Adası'ndan getirilen malzemeler Badembükü Koyu'na geliyordu. Hatta yandaşları kılıçtan geçirilip, hareketi zayıfladığında Sakız Adası'na bu koydan kaçmayı denediği de rivayet edilir. Kendisi sonunda yakalanıp, Ayasuluğ’a (bugünkü Selçuk) götürülmüş, orada bir dizi işkenceden geçtikten sonra idam edilmiştir.
Badembükü Koyu'ndan yukarıya doğru bir patika çıkar. Bu Küçükbahçe tarafına doğru devam eden bir yürüyüş rotasının başlangıcıdır. Bu patika sizi küçük bir meydancığı olan Mağara Dağı denen bir tepeye çıkarır. İşte buradan hem Badembükü Koyu'nu, hem Sakız Adası'nı hem de Börklüce ve arkadaşlarının saklandığı ve kıran kırana çatıştığı Akdağ’ı rahatça görmek mümkündür. Bu hikayeyi alıp işte tam bu noktada Börklüce ve arkadaşlarının anısına selam gönderdiğim o an Karaburun’da yaşadığım en duygusal anlardan biridir.
Sazak'ın Asırlık Yası
Badembükü’ne geldiğimiz yoldan geri çıkıp bu kez Parlak Köyü'nden geçerek son durağımız olan Sazak Köyü^ne ulaşıyoruz. Sazak Köyü mübadele öncesi tamamen bir Rum köyüymüş. Karaburun’un bağcılık yapan en büyük köylerindenmiş. Şarabı pek meşhurmuş. Şimdi bağların yerinde kelimenin tam anlamıyla yeller esiyor. Çünkü burada artık dev rüzgar tirbünleri dönüyor.
Sazak Köyü'nün hissettirdiği şeyleri bir yazıda anlatmam mümkün değil. Terk edildikten sonra diğerleri gibi hemen talan edilmiş yapıların insan üzerinde bu kadar büyük etki bırakıyor olmasının esas nedeni sanırım köyün tam sahiplerinin gittiği yer olan Sakız Adası'na bakan yamaçtaki konumu. Bu harap haliyle üzerinden asır geçmesine rağmen sanki hala sahiplerinin yolunu gözlüyor gibi görünmesi. Buraya gidip evlerin arasında dolaşmadıkça, bu evlerden Sakız Adası'na bakmadıkça, burada gün batımını izlemedikçe, hissettiğim şeyleri anlamanız mümkün değil.
Şimdilerde Ahura Ritm Topluluğu'nun muhteşem erbane performansı ile gündeme gelen köy için restorasyon söylentileri dolaşıyor. Umarım kastedilen gerçekten korumaya yönelik bir harekettir. Yoksa Sazak gibi yerlerin ruhunu ancak gerçek sahipleri geri getirebilir. Restorasyon adı altında turistik yatırımların ötesine geçmeyen bir hareket birkaç turizm yatırımcısının cebini doldurmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Sazak’ın elinde sadece sahiplerinin ardından tuttuğu yas kaldı. Onu da elinden almayın!
Karaburun Hüzün Rotalarımız devam edecek…